4v291o
Diziye başladığım anda zihnimde This Land Is Your Land çalmaya başlamıştı, beşinci bölümde o şarkının müziğini duyunca rahatladım. Bu diziye en uygun şarkı o olurdu. Aşırı kanlı vahşetli, Amerikan yerlileri, mormonlar, beyazlar gibi ayrı ayrı grupların birbirine girdiği bir Vahşi batı dizisi. Mini dizi olmasa izlemezdim sanırım ama bu haliyle beğendim.
]]>“A Different Man”, toplumun dayattığı güzellik ve standartlarına uymaya çalışan bir adamın içsel çatışmalarını ve dönüşüm arayışını konu alıyor. Film, yüzünde deformasyon olan Edward adlı karakterin (Sebastian Stan) hem fiziksel hem de ruhsal değişim sürecini ele alırken, yanında yer alan çeşitli karakterler üzerinden kimliğin ne kadar kırılgan olduğunu gösteriyor.
Edward, yüzündeki deformasyon yüzünden dışlanmış ve kendini değersiz hissetmektedir. Toplumun ona biçtiği kalıplardan kurtulmak ve yeniden kabul görmek umuduyla, köklü bir ameliyat geçirir. Ancak bu dönüşüm, onun geçmişiyle ve iç dünyasındaki çatışmalarla başa çıkabilmesini sağlamaz.
Filmde birçok metafor var. Edward’ın yüzünün deforme olduğu dönemde yaşadığı dairenin tavanının akması Edward’ın ruhsal çöküşünü ve kontrolünü kaybettiği, yaşamının yavaşça dağılmaya başladığına dair bir işarettir. Aynı zamanda, ameliyat sonrası kahvesinde bir hamam böceği ile karşılaşır, bu ise bastırılmış acıların ve unutulmaya çalışılan geçmişin hala var olduğunun sembolüdür. Bunun gibi birçok bariz sembol var ve metaforları çok yerinde buldum.
Filmde, Edward’ın eski benliğinin izlerini taşıyan Oswald karakteri öne çıkar. Oswald, Edward’ın dönüşüm öncesindeki yaşamını ve kimliğini temsil ederken, onun yerini alarak geçmişin tamamen silinemeyeceğini vurgular. Böylece, yalnızca dış görünüşün değiştirilmesinin, kişinin gerçek varoluşunu tamamıyla yenileyemeyeceği mesajı verilir.
Ayrıca, ikili ilişkilerde de git gide karmaşık dinamikler yaşanmaya başlar. Bir olay neticesinde üçlü bir yaşam düzenine giren Edward, Oswald ve Ingrid üzerinden, bireylerin aidiyet arayışları ve kimlik karmaşaları eleştirel bir dille işlenir. Ingrid ve Oswald’un filmin sonunda bir tarikata katılması, fiziksel değişimin ötesinde ruhsal bir dönüşüm ve toplumsal kabul arayışının ne kadar uç noktalara varabileceğini gözler önüne serer.
Son olarak, Edward’ın fizyoterapist gibi görünen adamı öldürmesi, üzerinde dayatılan dönüşüm ve dışsal müdahalelere karşı duyduğu öfkenin, kontrolü ele alma çabasının dramatik bir ifadesidir.
Genel olarak “A Different Man”, herkesin içinde bulunduğu kimlik arayışını, dışsal baskılarla şekillenen dönüşümlerle ve içsel çatışmalarla sorgulatan, düşündürücü ve sembollerle dolu bir film.
]]>Anora Cannes'da Altın Palmiye'yi aldı ve şimdi de en iyi film de dahil olmak üzere 6 dalda Oscar adayı. Film gece kulübünde dansçı olarak çalışan bir kızın, çok zengin bir Rus oligarkın oğlu olan Ivan ile tanıştıktan sonra yaşadıklarını anlatıyor.
Ivan oldukça zengin, yakışıklı ve toy. Bir anda Anora'yı içinde bulunduğu çukurdan çekip çıkarıyor, tabii engellerle karşılaşana kadar. Bu modern külkedisi hikayesini ilgi çekici kılan şey sürekli bir komedi unsuru barındırması ve tabii ki başarılı oyunculuklar. Karakterlerin içsel bunalımlarını minik minik veriyor, Anora'nın kimlik bunalımını bile sadece birkaç yerde hissettiriyorlar. İsmini Ani olarak kullanması gibi.
Filmde hiç unutulmayacak kilit sahneler var ancak kalan hikaye sanki o sahneler kadar iyi düşünülmemiş. Bir de bu öyküye göre bence oldukça uzun. Bu yıl zaten normal süreli bir film izleyemedik. En azından 20 dakika daha kısa olabilirdi bence.
Genel itibariyle sürükleyici bir hikaye. Oyunculuklar ve bir iki önemli sahne dışında çok da beklentiye girmemek gerek.
]]>This review may contain spoilers.
Filmekiminde bilet aldığım halde gidemediğimden vizyona girmesini uzun süre beklediğim The Brutalist benim için beklentilerimle örtüşmese de, farklı bakış açısıyla oldukça başarılı bulduğum bir film oldu.
Film, ikinci dünya savaşından sonra, oldukça zorlu süreçlerden geçip Amerika'ya göçen başarılı mimar Laszlo Toth'un hikayesini anlatıyor. İlk etapta Adrien Brody'i, ikinci dünya savaşı ve Yahudilik temasını ve filmin 3 saat 35 dakikalık süresini görünce The Pianist veya Schindler's List gibi klasikler akla gelse de, bu film aslında diğer klasiklerden farklı olarak, özellikle Laszlo'nun hikayesine odaklanıyor.
Laszlo Toth, Amerika'ya taşındıktan sonra, mobilyacılık yapan kuzeni ile oldukça zengin bir iş adamının evinde bir kütüphane renovasyonu işi alır ancak bu tadilat iş adamına çocuklarından bir sürpriz olacaktır. Adamın eve gelip aniden tadilatı görmesi üzerine inanılmaz ters bir tepkiyle karşılaşırlar ve oradan ayrılırlar. Laszlo'nun bu işi tamamlayamamasının üzerine, kuzeninin Amerikalı eşi tarafından da istenmemesi neticesinde, aslında kendi memleketinde (Macaristan) çok başarılı bir mimarken bir anda iyice dibe batarak inşaat işçisi olarak çalışmaya başladığını görürüz. Ardından -çok da spoiler vermek istemiyorum hikayeyle ilgili ama- bir şekilde büyük bir projeye başlar ve bu süreçte yaşadıklarını izleriz. Bir yandan da eşini ve yeğenini Amerika'ya getirtmeye çalışır.
Yaşanan zorlukları, ötekileşmeyi, yurtsuzluğu, yokluğu izlerken diğer ikinci dünya savaşı temalı filmlerden farklı olarak, savaştan epik bir şekilde bahsedilmediğini görüyoruz. Tamamen duygulara ve karaktere yedirilmiş bir şekilde savaşın etkilerini görebilmemiz bu filmi modern klasikler arasına alıyor bence.
Filmin ilk yarısı kusursuzdu ancak ikinci yarısında bazı unsurların verilme şekli akışı bence biraz bozdu. Yozlaşmayı anlatan kısımlarda seyirci olarak "buna gerek var mıydı?" diye düşündüğüm bir iki detay var. Bunun dışında özellikle görüntü yönetmenliği ve oyunculukları çok beğendim. Kesinlikle sinemada izlenmesi gereken bir film.
]]>Filme bayıldııımmm, bütün o ritim, gerginlik, müzikler, tenis, aşk üçgeni, oyunculuklarrrr! Hiç yüksek beklentim yoktu aslında, Luca Guadagnino’yu çok sevsem de dışarıdan fazla ana akım görünüyordu. Ancak hikayenin içinde girince beni beklentilerimin üstünde bir filmin beklediğini fark ettim.
Zendaya, Josh O’Connor ve Mike Faist’in başrollerde olduğu Challengers, küçük yaşlardan itibaren teniste birlikte ilerleyen iki yakın dostun hikayesini anlatıyor. Kariyerlerinin başında birlikte parlayan bu iki tenisçi, o dönemde çok başarılı olan Tashi Donaldson adlı kızla tanışır. Tabii ki her ikisinin de fazlasıyla ilgilendiği Tashi, bir aşk üçgeninin oluşmasına sebebiyet verir.
Spor filmlerinde görmeye alışık olduğumuz adanmışlık, düşüşler ve yükselişler beni her zaman çok etkiliyor. Bu filmde de, yaşanan sakatlıklar, inişler ve çıkışlar mükemmel verilmiş. Tüm o hırsları, rekabeti böylesine iyi verebilmelerini çekim tekniklerine, yönetmenliğe ve müziklere borçlular. Zira bazı maç sahnelerinde öyle harika teknikler vardı ki filme seyirci kalmaktan ziyade doğrudan içine girip tüm nabzı hissedebildik.
Ve kesinlikle spoiler vermek istemiyorum ama, filmin bitişi benim için unutulmaz bir yere oturdu. O iki eski arkadaşın arasındaki gerginlik, yalnızca teniste değil hayatta ve aşkta da birbirlerine karşı rekabet halinde olmaları ve o maçın aslında onlar için ifade ettiği anlam, yıllar öncesinden gelen bir işaretle karşılıklı anlaşmaları ve varılan son... Nefes kesiciydi. Ben filme bayıldım ya. Teşekkürler Luca.
]]>Üzülerek söylemeliyim ki filmi sevmedim ya. Bunun ilk sebebi müzikallere bayılmamam, ikincisi klişe anlatımdan sıkılmam, üçüncüsü ise bu kadar az şey anlatan bir filmin 3 saat olması.
Hedef kitlesinde kesinlikle yer almadığım bu filme yine de 3 yıldız vermemin sebebi ise sinematik olarak pek bir kusur bulmamış olmamdı. Ariana Grande'yi bile beğendim. Film Oz Büyücüsünün dünyasında geçiyor ve Elphaba ile Glinda'nın arkadaşlığını ele alıyor kısaca. Filmi izlemeyenler için çok iyi bir yorum olmayacak çünkü içeriğini anlatmayacağım ama izleyenler için şunu söyleyebilirim: ay baştan sonra ne kadar kolay tahmin edilebilen, tüm mesajlarını KABAK gibi veren, ötekileşmeden iyi ile kötünün dostluğuna, her iyinin içinde bir kötü-her kötünün içinde bir iyi olduğuna, klasik yakışıklı prensin de tabii ki herkesçe görülmeyen yönlerinin olduğuna dair ne kadar da klasik bir hikaye izledik ya.
Gerçekten o aşırı renkli dünya içinde -ki prodüksiyon iyiydi- çok boğuldum. Hiçbir şekilde benim kalemim değil. İşin kötü yanı bu filmi çocuk olsaydım yine de beğenmeyecek olmam. Neyse iyi iş çıkmış diye 3 puan veriyorum.
]]>Bu yılın önemli belgesellerinden biri ve Oscar adayı. Filistin meselesini bir Filistinli aktivist ile bir İsrailli gazetecinin işbirliği yaptığı, yıllara yayılmış gerçek çekimlerin olduğu bir belgeselle anlatıyorlar. Masafer Yatta adlı köyün İsrail askerleri tarafından, askeri talim alanı olduğu gerekçesiyle işgal edilmesini konu alıyor.
Filistin meselesini, sanki insanlık dışı suçlar işlenmiyormuş, çocuklara hiçbir şey olmuyormuş gibi gösterdiği ve insanların gazını almak için tasarlanmış İsrail taraflı bir belgesel olduğu iddiaları ile bazı çevrelerce beğenilmemiş bir belgesel olsa da, belgeselin Masafer Yatta odaklı olması, orada yaşananların doğrudan filme alınmış olması, insanların evlerinden edildikleri, çocuk parkının bile kapatıldığı ve insanların kendi topraklarında yurtsuz bırakıldıkları açıkça görülüyor. Bu nedenle ben bu belgeseli kendi çerçevesinde değerlendirerek, zaten tüm bir Filistin meselesini tek mekanda ve bu kısa sürede bir belgeselle yansıtmanın da imkansız olduğunun farkındalığıyla, gayet beğendim.
Harun için adalet aranan kısım, bir annenin gözünün önünde oğlunun vurulması, hukukun hiçbir sınırını tanımazken kendi topraklarında ev yapan insanlara hukuka aykırı yapılandıklarını söyleyerek onları mağarada yaşamaya mahrum bırakmaları...
Evet belki çok dar bir açıdan bakıyor ve Filistin destekçilerinin gazını almayı, hatta belki Oscar ödülü vererek de Amerika'nın "bakın biz Filistin belgeseline ödül verdik" diyerek algı yaratmasını amaçladığı gibi iddialar söz konusu ise de, yine de bu meselenin dünya çapında izlenen bir belgesele konu olması güzel.
]]>This review may contain spoilers.
Çocukluğu tarikatler içinde geçmiş, ilginç bir geçmişi olan başarılı bir CEO, evliliğindeki cinsellikten tatmin olmamaktadır ve kendisini bir anda şirketteki stajyerlerden biri ile sınırları zorlayan bir cinsel oyunun içinde bulur. Nicole Kidman ve Harris Dickinson'ın seksüel gerilimi çok iyi verdikleri bu filmde klişe gibi duyulan ama pek de sıradan olmayan bir hikaye ile karşı karşıyayız.
Cinsel gerilimi hissederken bir yandan da Romy'nin (Nicole Kidman) bakışlarında geçmişe dönüşü, sorgulamayı, nasıl buraya vardığını anlama çabasını, oyunu yer yer anlamsız buluşunu ve bunlar gibi birçok ince duyguyu hissedebiliyoruz. Bu hisler filmin içinde replik replik verilmese de Romy'nin backgroundu ve içinde bulunduğu ruh hali değerlendirildiğinde bence derinlemesine fark ediliyordu. Filmin sonlarına doğru yaşanan açılım ve çözülme ise beni tatmin etti. Böyle filmlerde karakterlerin psikolojisini hissetmeyi önemsiyorum, bu filmde de Romy karakterinin ruh hali çok iyi verilmişti ancak yan karakterlere dair pek bilgi edinemedik. Bunun yanı sıra, kötü bulduğum şey ise çok daha derinlikli işlenebilecek bir konunun biraz yüzeysel kalmasıydı. Özellikle Nicole Kidman'ın oynadığı karakterin geçmişi bir iki ince sahnede verilmek yerine daha belirgin ve uzun işlenebilirdi gibi. Ama sırf şu başarılı oyunculuklar ve mükemmel cinsel gerilim için bile izlenecek bir film.
Yine de bu yılın filmleri arasında unutulmayacaklar arasına girdi. Bunun yanında, 2024'te iyice uzayan film sürelerini düşündüğümde filmin 1 saat 54 dakika olan süresi ilaç gibi geldi. Bazı şeyleri tadında bırakmak lazım. (Wicked'a laf sokuyorumdur.)
]]>David ve Benji adlı iki kuzen, büyükannelerinin ölümünün ardından kökenlerini keşfetmek amacıyla Polonya’ya giderler ve burada bir Holokost turuna katılırlar. Bu yolculukları sırasında, geçmişin izleriyle yüzleşir ve kendi kimliklerini yeniden anlamaya çalışırlar.
Film, mizah ve dramı bir arada sunarak, nesiller arası travma ve bireylerin bu travmayla baş etme yollarını inceliyor. Jesse Eisenberg’in David’i, Kieran Culkin’in ise Benji’yi canlandırdığı bu hikaye, iki kuzenin zıt kişilikleri üzerinden komik ve duygusal bir yolculuk sunuyor. David’in içine kapanık ve sorumluluk sahibi yapısıyla Benji’nin daha özgür ve spontane (sorunlu) kişiliği arasındaki dinamiği ben çok sevdim.
Kieran Culkin’in performansı çok başarılı ama bir o kadar tanıdık. Artık her performansında kendini oynuyormuş gibi hissettiriyor. Yine de Benji’nin yaşadığı içsel çatışmaları iyi yansıttı.
Polonya’nın manzaraları ve tarihi dokusu ise filmin atmosferini güçlendiren en önemli unsurlardan biriydi. Toplama kampında geçen sahneler beni derinden etkiledi. Oradaki ağır duyguları bir an olsun hissedebildim.
Ama benim için film ileriye taşıyan en önemli unsur kesinlikle diyaloglar oldu. Benji’nin asla kendini tutamaması ve sürekli olarak derin düşüncelerini insanlara aktarması sonucu ortaya çıkan diyalogları beğendim. Bir yandan da çok ciddi anlarda yaptığı saçma sapan hareketlerle ne kadar büyük bir karakter bozukluğu olduğunu gördük ama onu da öyle sevdik. Her iki karakterin psikolojisini ve hikayesini ayrı ayrı hissedip anlayabileceğiniz tatlı bir film.
Beğendiğim bir iki sahneyi instagramda paylaşacağım, yazı çok uzun oldu. :)
Sevdiğim alıntı: “But you light up a room and then shit on everything inside of it.”
]]>Robert Harris’in aynı adlı romanından uyarlanan Conclave, izleyiciyi Vatikan’ın gizemli kapılarının ardına götürerek Papa seçimi sürecini mercek altına alıyor. Papa’nın ani ölümü ile katolik dünyası sarsılıyor ve yeni Papa seçimi sürecinde Kardinal Lawrence (Ralph Fiennes <3) -pek istemese de- bu süreci yönetmek zorunda kalıyor. Tabii ki hırslar ve entrikalarla dolu bu kutsal seçimde seyirciyi oldukça heyecanlı bir hikaye bekliyor.
Film, dini inançlar ve kişisel hırsların çarpıştığı, gerilim dolu bir atmosfer yaratıyor. Kardinallerin toplandığı bu kutsal seçimde, kilisenin geleceğini belirleyecek kararlar alınırken ortaya çıkan sırlar ve güç mücadeleleri seyirciyi ekran başına kilitliyor. Filmin Vatikan’daki gizli kapıların ardını göstermesi beni şahsi olarak heyecanlandırdı. Orayı gezme fırsatı bulabildiğim için kendimi çok şanslı hissettim ve özellikle Sistina Şapeli’nin detaylarını, ihtişamını gördükçe tüylerim diken diken oldu.
Duygusal derinliği ve zekice işlenmiş karakterleriyle, Conclave hem bir psikolojik gerilim hem de insan doğasına dair bir sorgulama sunuyor. Yönetmen, görsel estetiği ve etkileyici diyaloglarıyla izleyiciyi her an tetikte tutmayı başarıyor. Vatikan’ın mistik havasını mükemmel yansıtıyor. Özellikle kardinallerin şemsiyelerle yukarıdan görüntülendiği bir sahne vardı, görsel olarak beni öyle etkiledi ki zihnimden çıkmıyor.
Kesinlikle ilgili konuşma ise en sevdiğim kısım oldu: “Let me tell you that the one sin I have come to fear more than any other is certainty. Certainty is the great enemy of unity. Certainty is the deadly enemy of tolerance. Even Christ was not certain at the end. 'Eli Eli, lama sabachtani?' He cried out in His agony at the ninth hour on the cross. 'My God, my God, why have you forsaken me?'”
]]>Filmi zamanında filmekimiyle sinemada izlemiştim. Şimdi Mubide görünce review girmek istedim. Satirik ama dengesiz bir hikaye. Ünlü bir gazeteci üzerinden medya dünyasının içine giriyoruz. adındaki gazetecinin inişli çıkışlı meslek hayatını, savaş muhabirliğinden reality showa uzanan geniş yelpazede birçok işini ve bu esnada arka planda yaşadığı yalnızlığı görüyoruz. Filmde en sevdiğim kısım ’in kendini toplamak için İsviçre Alplerinde bir klinikte geçirdiği zamandı. Bunun dışında sanırım başrolde Lea Seydoux olmasa izlemezdim. Anlatım yer yer çok dağınıklaşıyor. Bir yandan verilen mesajı da çok iyi anlamış oluyorsunuz. Her ne kadar çarpıcı twistler olsa da seyir zevki düşük geldi bana. Lea Seydoux’a bayılmama rağmen sonlara doğru film bitsin diye bekledim. Satirik bir Fransız filmi izlemek isterseniz yine de önerilir.
]]>Ah ben bu filmde ne ağladım ne ağladım. Obeziteli bir İngilizce öğretmeninin hayatından bir kesit. Geçmiş evliliği, kızıyla ilişkisi, bu hale gelmesinin altında yatan sebepler. Gittikçe ağırlaşan bedeni ve psikolojisi. Darren Aronofsky bütün o çürümeyi öyle katıksız ve rahatsız edici bir şekilde veriyor ki, birçok insan için modern başyapıtlar arasında yerini alabilir bu film. Onca rahatsız edici görselin arasında, ister istemez ana karakter olan Charlie'yle empati yaparken buluyorsunuz kendinizi. Üniversitede online yazarlık eğitimi verirken sürekli olarak kamerasını "arızalı" diye kapalı tutması bile insanın yüreğini dağlıyor. Charlie'nin hiçbir şekilde kendini değiştirmeden gün geçtikçe mevcut karanlığına daha da gömülmesi ve aslında göz göre göre ölüme yaklaşmasını izliyoruz. Bütün bunların bir seçim olduğunu hissettikçe de daha fazla duygulanıyoruz. En azından bende öyle oldu. Evin dağınıklığı, eşyaların yerleri bile Charlie'nin dünyasını yansıtıyor ve biz aslında film boyunca koca bir mezarlığı izliyoruz. Filmde değişmesini isteyeceğim hiçbir şey yoktu, benim için 5/5.
]]>Inside Out en sevdiğim animasyonlardan biridir. Kaç kere izlediğimi bilmiyorum. Riley'nin dünyasını, bilinçaltı ve hislerin işleniş biçimini, çekirdek anıları, adaları, filmdeki her küçük detayı çok seviyorum. Tabii film çıkalı 10 yıl olduğundan, bu yorumu yazarken Inside Out 2'yi de izlemiş bulunuyorum ve ikisini kıyaslayabiliyorum. Hemen her zaman olduğu gibi, ikinci filmde minik de olsa bir bozulma oldu veya biz birinciyi çok başka bir yere koyduk bilmiyorum. Benim için birinci filmin yeri başkadır.
Duygularımızın karar verme mekanizmamızda nasıl etkili olduğu, bilinçaltının nasıl işlediği bol metaforla anlatılıyor bu filmde. İzlerken gülmekle ağlamak arasında hızlı geçişler yapıyorsunuz. Yine küçük yaşta duyguların daha az çeşitli olması, ergenlikle beraber ikinci filmde aramıza yeni duyguların katılması da iyi düşünülmüş. Freud kuramları minik minik işlenmiş, bir tık basite indirgenmiş olsa da zaten filmin izleyici kitlesinin yaş skalası düşünülerek bu hale getirilmesi bayağı başarılı. Ne diyebilirim ki, tebrik ve teşekkür ediyorum..
]]>Filmin konusunu minicik özetleyip fikirlerime geçmek isterim. Hollywood'un plastik dünyasında ayakta kalmaya çalışan orta yaşlı yıldız oyuncu Elisabeth Sparkle, sektörde gözden düşüşünü acı bir şekilde deneyimlerken The Substance'la tanışır ve kendisinin daha genç, güzel ve "ideal" halini deneyimlemek ister. The Substance'la, Elisabeth'in bedeninin içinden "Sue" adını verdiği genç ve "mükemmel" versiyonu çıkar. Bir hafta Sue'nun, bir hafta ise Elisabeth'in bedeninin yaşaması gerekmektedir. Filmin başından itibaren her ne kadar Cevher "you are one" diyerek her ikisinin de aynı insan olduğunu tekrar tekrar hatırlatsa da, tabii ki de bir süre sonra bu kuralı ihlal ederler. Ardından tüm dengenin bozulması ile beraber karmaşa başlar.
Benim görüşlerime gelirsek, filmin fazla kör göze parmak bir şekilde mesaj vermesi ve toplam 2 saatlik bir film olabilecekken biraz uzatılmış olması dışında hiçbir kusur görmedim. Bana göre uzatılan kısım filmin sonu değildi, genele yayılmış bir uzunluk vardı. Sonunun oldukça epik olduğunu düşünüyorum ama yine oradaki gerginliğin tırmanması sanki daha kısa bir zamanda yapılabilirdi.
Hollywood dünyasında ve tüm dünyadaki oyunculuk sektöründe kadınlara uygulanan şiddet, biraz olsun yaşlanmalarıyla hemen kenara atılmaları, her daim daha genç ve güzel oyunculara sektörde yer verilmesi ve kadın oyunculara adeta son kullanma tarihi varmış gibi davranılması sorunlarına değinen harika bir body horror. Çekim tekniklerine, renklerine, müziklerine, narsisismin yavaş yavaş tırmanmasına bayıldım. Karakterlerin psikolojileri mükemmel yansıtılmış. Yönetmenin abartılı tercihlerini de yerinde buldum. Tüm abartıyı bilerek yaptığı açıkça görülüyor. Ve baştan sona rahatsız edici bir film. Filmin başındaki yemek sahnesinde bile doğrudan seyiriciyi rahatsız ederek başlıyor, body horror kısmına geçildikten sonra zaten hemen her dakika rahatsız oluyorsunuz. Bir yandan Elisabeth'in seçimlerini sorgularken bir yandan da empati yapıyorsunuz. İşlerin sarpa saracağı zaten en baştan belli olsa da, Sue'nun kamera karşısında aerobik yaparken yaşayacaklarını mesela beklemiyorsunuz.
Filmde ciddi anlamda kan, dehşet ve çıplaklık var bu arada. Bir iki yerde ben de gözlerimi kapattım. Filmin açılış ve kapanış sahneleri beni çok tatmin etti, bence birçok kişi için unutulmaz olmasını sağlayan detaylardan birisiydi. Benim puanım biraz boldur 4 verdim ama belki sizler için biraz daha düşük puanlı olabilir, beklentiyi yükseltmek istemem.
]]>Bir cartel olan Manitas'ın yıllardır hayalini kurduğu cinsiyet değiştirme operasyonunu ve bu operasyon sürecinde bir avukatın ona yardımcı olmasını anlatan müzikal film. Türler birbiriyle harmanlanmış. Yer yer komedi yer yer kriminal, bazen de müzikal. Filmin ilk yarım saatinde başarılı bir iş mi izliyorum diye düşünmüştüm ama hem müzikal kısımların saçmalığı, hem olay örgüsünün mantıksızlığı beni boğdu. Ne anlatmaya çalıştığını kendi bile bilmeyen bir film gibiydi. Kimlik arayışı mı, ötekileşme mi, kötünün dönüşümü mü belli değil. Sonlara doğru çok sıkıldım. Maalesef daha yüksek bir puan veremeyeceğim.
]]>Norveçli bir ailenin La Palma’da tatile gittiği sırada adada yanardağın patlaması üzerine dağın kayması ve etraftaki tüm ülkeleri ve adaları etkileyecek kadar büyük bir tsunaminin yaşanması üzerine bir hikaye. Bilim insanları tsunamiyi öngörürken politikacılar gerekli önlemleri almıyor, paniğe yol açmak istemedikleri için halkı uyarmıyor ve tabii ki *spoiler alert* öngörülen tüm felaketler gerçek oluyor. İlk bölümlerde fena gitmezken -klişe olsa da- sonlara doğru iyice sapıttı. Zeki Müren’in “durdurun uçağı iniyoruz” dediği Düğün Gecesi filmi dahi bu dizinin yanında daha gerçekçi kalıyor. ***SPOILER ALERT*** Sonunda herkesin kurtulması ve tsunaminin doğrudan ÇARPTIĞI uçaktan ailenin kızı ile sevgilisinin kurtulması kadar saçma şey çok az izledim. Totally waste of time.
]]>“Time does fly, doesn’t it?”
Tek mekanda bir insanlık hikayesi. Aynı mekanda yüzyıllarca yaşayan insanların hayatlarını gösteren tatlı bir film. Zamanlar arası geçişi daha iyi bir teknikle yapabilirlerdi ama fikir olarak beğendim. Özellikle sonlara doğru filmi daha tatlı ve sıcak buldum. Klişe olsa da boş zamanda izlenebilir. Yılbaşı filmleri listeme eklendi.
A movie about self confrontation, looking back to your childhood memories and trying to forgive yourself. I felt like i had to watch this movie in exact this time in my life. As a young self-examinant woman who has her own troubles about life and trying to forgive all the mistakes that she has done myself, i really felt this movie deeply in my cells. Because in real life, when you have the need to face your past, going to a journey is always helps you and allows you to see your true self. Because of that, i found this movie realistic and inspiring. The soundtracks were great in the meantime.
]]>