4v291o
elio taehyung uğruna bi' rewatch atılır...
]]>muhammed hoca zohre'nin kızların ayakkabılarına baktığı sahnede "siz de ben ders anlatırken başkalarının telefonlarına böyle mi bakıyorsunuz?" gibi bir şey dedi... hayır hocam ya... (evet.)
]]>monique tam bir gidik kızdı bayıldım...
do you like cheese???
nasıl olayım emirhanım hep koşturuyoruz hep koşturuyoruz
]]>anne
oğlan okuldan mezun oldu
ve
kafama şut çektiler
beni gelip alır
mısın
ya da ben
gelirim
zaten hep
kendim geldim
ve hep
o gitti
ama
ben kaldım
ama kalacak
yerim
de
kalmadı
çünkü her yere
onu koydum
ondan habersiz
ethem dede, ethem dede
gömleği keten dede
ethem dede, ethem dede
gömleği keten dede
kulübe girdiklerinde filmin sessizleşmesi ve hoparlöre dokundukları anda şarkının sesinin yavaş yavaş artması...
]]>"patrick'le birlikte çok zaman geçiriyorum. her geceye çok heyecanlı başlıyor. sürekli kendini özgür hissettiğini ve bu gecenin kader olduğunu söylüyor. ama bir süre sonra kendini avutacak bir şeyi kalmıyor."
bunu asleep dinlerken yazıyorum... filmin müzikleri o kadar güzel seçilmişti ki biri bana özel mixtape yapsa bile bu kadar nokta atışı favori şarkılarımı koyamazdı.
film hakkında nasıl konuşsam bilemiyorum. hiç kimse mükemmel değildi ve filmin en gerçekçi tarafı buydu. herkes sorunluydu, herkesin kötü tarafları vardı. herkesin kaçındığı şeyler bulunuyordu. tam anlamıyla gençlerdi. içlerinden en çok yakınlık duyduğum kişi charlie olsa da sanırım favorim patrick'ti. hepsi, özellikle patrick, sevildiğini duymak için karşısındaki kişinin sarhoş olmamasını, zihni berrakken bunları söylemesini hak ediyorlardı. ama hayat bazen o sarhoş sözlere bile sizi muhtaç edebiliyor. bazense sizi elinden geldiği kadar zorlayıp sonra bu güzel sözleri gönderebiliyor. hayatınızda hangi birini yaşarsanız yaşayın, filmin sonunda da dendiği gibi bunlar şu an olan şeyler. bunun farkında olarak yaşayalım. her şey gelecek, geçecek ve evet, birilerinin ebeveynleri olacağız. o ana kadar, "an"ı yaşayalım!!! eninde sonunda hepimiz hak ettiğimizi düşündüğümüz aşkı kabul edeceğiz.
emma watson uzun saçlı olmadığı için 0.5 kırmak zorundaydım... üzgünüm sam ama dans ettiğin uzun saçlı halin çok güzeldi.
]]>"sevgili simon, arkanda sevdiğin kimseyi bırakmadığın yerin insanın evi olduğunu söylemiştin. bu konuda yanılıyorsun çünkü biz seni hiç unutmuyoruz. tabii diğerlerini de."
tesadüf eseri annemin kabak yaptığı gün izlemiş bulunduk... seni çok seviyorum kabak. aynı evrende olsak sana daha büyük bir uçurtma hediye ederdim.
"fark etmeden, sonuna kadar okumuştum. yazısı çok güzeldi."
aşk fark edilmeyen küçük detayların farkına varılmasıyla başlar. sizi sürüklerler. fakat her ne kadar karşımızdaki kişiye ilgi duymamızla alakalı olsa da, asla kimse o kişiye tam anlamıyla ne hissettiğini açıklayamaz. ki açıklasa da anlaşılamaz. anlaşılsa da o kişinin eylemlerini değiştiremez. belki kapısının ona her zaman açık olduğunu belli edebilir ama onu o kapıya gelmesi için zorlayamaz. bu yüzden belki de aşk herkesin gücünün yeteceği bir şey değildir. fedakarlığı, sevdiğinin mutlu olmasıyla mutlu olmayı herkes kolayca yapamaz. çünkü işin içine kıskançlık girdiğinde, neden orada kendisinin olmadığını düşündüğünde, sevginin bir ucu nefrete döner. fakat jin-woo o kadar güzel sevdi ki ne sun-ah'ın yanından ayrıldı, ne de onu bunalttı. elleriyle onu kar tanelerinden korudu. sınavda batırmasına rağmen yanındaydı. onu gömleğindeki kalem izleri kadar küçük detaylarla içten sevdi. benim için mutlu bir sona sahipler çünkü biliyorum ki jin-woo belki ileride hüzünlü olsa bile sun-ah adına hep mutlu olacak.
"o zamanlar sevdiğim kız, hayalim ve gençliğimdi. ben hala o hayalin içindeyim, asla bozulmasına izin vermeyeceğim."
aşk insanı ciddi derecede değiştiriyor. bu yüzden aşık olduğumuz insanlarda kendimizi ve çeşitli dönemlerimizi net bir şekilde görüp özlem duyabiliyoruz. aşık olduğumuz kişi bizim sadece hoşlantı duyduğumuz kişiye değil, aynı zamanda birnevi bir anı defterine dönüşüyor. defterleri saklayın, aşkınız sizsiniz. ve aşkınızla birlikte sizin ilk adımlarınızdan son nefesinize kadar her şey o defterde sadece kendinizin anlayabileceği bir kodlamayla gizli.
"o karanlık durak aydınlanmıştı. o an biz parlıyorduk."
kim dah-yun'un ilk filmiymiş. bu filmin sonunda her ne kadar ona kızsam da umarım başarılı bir kariyeri olur. bilekliğini çıkartma, sun-ah!!!
]]>allah bizi mazoşistinden, sadistinden, narsistinden ve türevlerinden korusun ya
]]>beni arasalardı türkiyeden yanlarına polisten daha hızlı giderdim
]]>hmm demek kocan her haftasonu sizden uzakta bir ormanın içindeki kulübede yalnız başına kalıyor,,, 🤨🧐🤔
]]>"onu bugün bile özlüyorum. onu ilk kez gördüğüm gibi. onu tekrar görmek istiyorum. ilk aşkımı."
cesaretsizlik yüzünden kaybetmek üzere olduğunu bildiğin fakat sadece onun yüzünü görmenin bile sana yeterli görünmez bir aşkın görülebilir kılınması ve karşılık bulması ne kadar büyük bir lütuf.
"well when you grow up without something, you spend a lot of time thinking about it."
öğrenmemiz, tatmamız ve görmemiz gereken çok fazla duygu var. yetiştirildiğimiz, doğru bildiğimiz ve neredeyse kurallanmış bir şekilde yaşayarak bu duyguları keşfetmemek yerine hepsini deneyimlemeli ve asıl ait olduğumuz yerleri bulmalıyız. belki de şu an her ne kadar jerk fink gibi olsak da, ileride masal anlatabileceğimiz çok kişi olabilir... fink'in de dediği gibi, "fly like you, not like them" ! kendimizi ve kalbimizin konuşabileceği o kişileri bulmalıyız. çok güzeldiniz roz, fink, brightbill ve diğerleri...
"what if it is too late?" :')
]]>keşiş babasına en başında bir tane tekme atsaydı bunların hiçbiri yaşanmayacaktı
]]>"cindy, just hear me out. and then i'll leave you alone. okay? oh! you t-- demolished me new year's eve. but see-- i realize you did me a favor. you brought me back to reality. all i ever wanted to do was get close to you. and then, when i finally got there, it wasn't me anymore. cindy-- oh, cindy. i was just hoping we could sort this out, you know? the real me and the real you. that's all."
]]>"the moon. it looks different now. it's not as mysterious or romantic."
"i'm sorry i ruined it for you."
"you didn't ruin it. you just changed it, i guess."
aptal aşıkların hepsinin ay'la alakalı üzücü anıları vardır.
]]>wake up, sweetheart.
]]>AND ALLLL THEE GIIRLLLSS DREEAMMEEDD THAAT THEY'DD BEE YOUUURR PARTTNEERR
THEYY'DD BE YOUURR PARTTNEERR ANNNDD
YOUU'REE SOOO VAAINN
YOUU PROOBABBLYY THIINNK THISS SOONNG ISS ABOOUUTT YOOUUU
YOUU'RRE SOOO VAAIIINNN
III BEETT YOUU THINNK THIISS SONNGG ISS ABOOUTT YOUU
DONNN'TTT YOU DONNNN'T YOUU???
balo sahnesinde the smiths çaldığını duyana ve öğrencilerin bu şarkıyla dans ettiklerini görene dek filmden çok fazla etkilenmemiştim. the smiths 2 yıldır her üzgün ve çaresiz hissettiğim zaman dinlediğim bir grup. şarkıları, sözleri ve lyricsleri kullanılarak yapılan editler beni hep ağlak ve üzgün bir duygu durumuna sokuyor. filmde ise bu şarkıyla dans ettiklerini görmek bana çok garip geldi. çünkü dediğim gibi, "please, please, please, let me get what i want" hep üzgünken dinlediğim bir şarkı. sanırım bir şarkının sözlerinin, bir kitabın alıntısının veya kasvetli havaların bize kötü hissettirmesinin asıl sebebi bizim bakış açımız. yaşadığımız bu depresiflik, hayatımızı üzerine kurduğumuz ve eşleştirdiğimiz üzgün anıların yaşandığı yerlerin bir eseri. ağlayarak geçtiğin bir sokaktan tekrar geçerken yine aynı şekilde hissetmek gibi. josie'nin guy onu almak için geldiğinde billy'i hatırlaması gibi. hayal kırıklıklarımızın yaraları geçse de içimizde izleri hala bir şekilde hayata tutunuyor.
"just drop the act, okay? i mean, every word out of your mouth has been a complete lie. i don't know you at all."
"if we could spend some time together, you could get to know me again."
sanırım benim de lise yıllarım josie grossie gibi delüzyonel ve bu delüzyonların gerçek hayatla çakışması nedeniyle acı verici geçiyor. evet, hiçbir zaman baloya gitmek için partnerimi beklerken o ve onun o ana kadar bilmediğim kız arkadaşı tarafından hevesle giydiğim şaşaalı elbisemin üzerine yumurtalar atılmadı, okulda onun gözlerine bakarak şiirimi okumadım veya tüm okul tarafından yemekhanede üzerime yapışan saçma sapan bir lakapla rencide edilmedim fakat her zaman billy'm olarak gördüğüm çocuğun üzerime yumurta atmasıyla eş değer bakışlarını hissettim. o çocuk benim için hem billy gibi ilk aşk, hem guy gibi çekici ve popüler, hem de mr. coulson gibi üzerimizde uyum olduğunu hissettiğim ve gözlerimi ileride göremediğim saniyelere kızmamak için dört açıp izlediğim biri. her zaman o "5 dakika" bittikten sonra gelmesini isteyeceğim biri. fakat o, oraya gelmek için geçilmesi gereken tüm yolları da onun açısından kapatacak biri. arkasından josie'nin sam coulson'ın arkasından gelip yaptığı konuşmayı defalarca kez yapsam bile isterse beş dakika, isterse beş asır geçse bile beklediğim o beyzbol sahasının ortasına, "benim" yanıma gelmeyecek biri. bu yüzdendir ki belki de zamanımızın kıymetini bilmeliyiz. geçirdiğimiz zamanların, duygularımızın değerini kavrayabilmeliyiz.
hayat bazen 5 dakikadır. bir şeyi çok istersin, ona belli bir zaman tanırsın. bu zaman belki sonsuzluğa kadar devam eder, belki de üzerinden atıp hayatına yeni bir başlangıç yaparsın ve senin ardından çöpçülerin süpürdüğü boş bir şey olur. beş dakika dolunca istediğin şey olmayınca hayal kırıklığına uğrayabilirsin. ama bu filmde rahatça görebildiğimiz gibi, bazen istediğimiz şey o beş dakikaya yetişemese bile kollarımıza kavuşabilir. hayatınızı o beş dakikaya adamayın, ama duygularınızı o beş dakikanın ardından hemen de bırakmayın! umarım içimizdeki jossie grossie'lerin bizi olgunlaştırdığını ve en çok bizim sevgimize ihtiyaç duyduklarını görebiliriz... the smiths şarkılarının içimizdeki üzgün anları değil de mutlu anları ortaya çıkardığı bir gelecek diliyorum, ve belki de o partide onunla dans etmeyi.
]]>aslında "sonder" beni hem çok üzüyor hem de çok fazla düşündürüyor. bu filmi bugün rastgele izledim fakat ağır bir şekilde ilerleyen sahnelerini izlerken aklıma sürekli eskiden izlediğim sonder videoları geldi. herkesin farklı farklı hayatlar yaşaması, bizim o hayatlara bir yandan dahil olup bir yandan da karşımızdaki kişiyi derinden incelediğimizde onun hayatında aslında çok ufak bir parçadan ibaret olup geri kalan parçaları bilmememiz beni her zaman ürkütmüştür. bugün yanında eğlendiğimiz, güldüğümüz, belki başımızı yaslayıp ağladığımız o insanlar, gerçekte kimler? bize göstermedikleri nasıl bir karakterleri var? gizli, saklı bir şekilde nelerle boğuşuyorlar? nelerden zevk alıyorlar? sokakta yanından geçtiğimiz o insanlar, aslında kim onlar? gün içerisinde sayamayacağımız kadar potansiyel suçlunun yanından geçiyoruz. ve bu insanlar aslında o kadar sıradan, o kadar normal duruyorlar ki dönüp baktığınızda bile gözünüze çarpan rahatsız edici herhangi bir şey bulamıyorsunuz. çünkü asıl korkunç şey asla göze kötü bir şekilde çarpmayan sıradan insanların potansiyel suçlular olması. bunun en net örneğini de bu filmde görüyoruz. michael çevresindeki kadınlar ve arkadaşları tarafından ilgi gören sıradan bir ofis çalışanı. ama kim bu michael? evinde küçük bir çocuk hapseden bir pedofili. akılalmaz bir dünyada akılalmaz derecede korkunç insanlarla yan yana, sırt sırta yaşıyoruz. korkunç olan şey yaşanan kötü olaylar değil, bu olayları zihinlerinden çıkaran şahıslardır. umarım herkes kalbinin güzelliğine eş insanlarla karşılaşır.
"you'll never know yhe psychopath sitting next to you
you'll never know the murderer sitting next to you"
- heathens - twenty one pilots
who the hell is that? one bastard goes in, another comes out.
]]>i think the pornographic content on mubi is problematic 🤕 no, man, i don't want animal sex. even if these animals are metaphors for humans, you're not wes anderson, don't do that.
]]>dimitrinin yarasaya dönüştüğü sahne selenada burak hocanın dev örümceğe dönüştüğü sahneyle yarışır ve malachi van helsing carlos sainza benziyor keşke o başrol olsaydı da dimitriyi daha az görseydim
]]>"the characters are all fictional."
neden yılanlarını öldürdünüz?..
"they stabbed a chicken nugget with a sharpie. these are BAD people."
looovveeee this old coupllleeeee
"i'd do it again, you know."
"what, tonight? no, it was very dangerous."
"no, not tonight. us. you, me, the kids, all of it. i'd do it again. i'd choose you every time."
"why were you unhappy?"
"um, well, there are a lot of reasons. mainly, though, i fell in love with someone who didn't love me back."
"who?"
"one of my grad students. i was very much in love with him."
"him? it was a boy? you fell in love with a boy?"
"yes, i did. very much so."
"that's silly."
"you're right. it was silly. it was very, very silly."
"so, that's when you tried to kill yourself?"
"well, no. the boy that i was in love with fell in love with another man-- larry sugarman."
"who's larry sugarman?"
"larry sugarman is, perhaps, the second most highly regarded proust scholar in the u.s."
"who's number one?"
"that would be me, rich."
"really?"
"mh-hmm."
"so that's when."
"no. what happened was i was a bit upset, so i said some things that i shouldn't have said, and i did some things that i shouldn't have done, and subsequently i was fired from my job and forced to move out of my apartment and move into a motel."
"and that's when you tried to--"
"well, no. actually, all of that was okay. what happened was two days ago the macarthur foundation, in its infinite wisdom, awarded a genius grant to larry sugarman. and that's when i--"
"decided to check out early."
"yes. yes. and i failed at that as well."
pantolonum köpekte kaldı
]]>bugüne kadar hep köşeyi döneceğiz diye bekledik. şimdi de ölümü bekleyeceğiz, öyle mi?
]]>- hadi şerefe
- şeref de gelsin, o da içsin. gelmeyecek mi? hadi biz içelim bari. sıçayım şerefe, allah allah.
sıkılmayalım diye araya teletabiler memei falan koymuşlar
]]>tuhaf ve rahatsız edicisin
]]>3 yıl boyunca her gün farklı bir bedende ve farklı bir hayatta uyansaydım her gözümü açışımda onu arardım. ve muhtemelen son gözümü açışımda da filmin sonundaki gibi farzet çalardı.
]]>"bu davadaki anahtar kelime ne sence?"
"şey... bu..."
"kazara. zor koşullar altında insanoğlu beklenmedik şeyler yapar. bununla beraber, bu kişi farklı bir koşul altındayken ne kadar kötü olabilir? bunu kestiremeyiz, demek istediğim bu. şahsi duygularımızı olaya dahil edersek sonuca ulaşamayız. duygularımızı mümkün mertebe işimizden ayrı tutmalıyız. yalnızca gerçeklere ve analizlere bak, tamam mı?"
"ona senin öğrettiğin bir şey varmış. 'kazara' kelimesi."
"dong-jae."
"evet. dong-jae."
juror 8 and his little hands hidden in his blue cardigan made a huge difference to the judge's decision... love the slightly silly boys with the blue cardigans and big eyes!
]]>"congrats on your first landing. good work. tae-in... good work. you made it..."
]]>characters crying and suffering will always be my favorite...
]]>savcı sırf aynı liseden olduklarını öğrenince han chi won'la nasıl yakınlaştı ya ben konuştuğum kişinin benimle aynı liseden olduğunu öğrensem arkama bakmadan uzaklaşırdım
]]>"ne tuhaf ki, önceden ne zaman ölmeye çalışsam biri beni uyandırırdı. ölmediğimi görünce deliye dönerdim. arabayı dumanla doldurmaya başladım. duman bulutları arasında gördüğüm tek şey vardı. yeon soo-shi, o da senin yüzündü. bu sefer kendim kalktım. ilk defa yaşamak istedim. seninle birlikte."
]]>kızarmış tavuk dükkanı açıp sevdiğimize koca takip uygulaması yüklemek ve terfi almak 🥴🥳💯
]]>eğer yarı asyalı bir erkek olsaydım, kesinlikle chris olurdum. filmi izlerken chris'in duygularını yüzünden o kadar iyi okuyabildim ki, bunun sebebinin oyunculuğun mu çok iyi olduğundan yoksa chris'in yaşadığı çoğu şeyin aynısını aynı duygularla mı yaşadığımdan anlamadım.
bence chris'in hayatında çok fazla çatlak vardı. ailesi, arkadaşları, babası, madi, yeni çocuklar. hiçbirinde istediği yerde değildi. ailesindeki huzur geçiciydi. her ne kadar birbirlerini sevseler de, babalarının vivian'ın gideceğinden haberi yoktu, büyükannesi annesine sürekli baskı yapıyordu, ablasıyla anlaşamıyordu ve annesinin çok fazla pişmanlığı vardı. chris evde sesini yükseltebilen ve altta kalmayan bir insanken dışarıda ise işler çok daha farklıydı. bir arkadaş grubunda ilk başta gözden çıkarılabilecek o "tepkisiz" insandı. 3 kişiyle birlikte yürürken bile geride kalan, konuşmaya katılmaya çalışınca "sen bilmezsin" diyerek sohbete eklenmeyen biriydi. madi'yle de işler yolunda değildi. onun için telefon zil sesini bile onun favori şarkısı yapıp fark edilmeyi bekleyen biriydi. madi ona "what should i call you?" dediği zaman "wang-wang" cevabını verdiğinde aklımda iki soru belirdi. "herkesin onu çağırdığı lakabı söylemesinde madi'nin herkes gibi sadece düz biri olduğunu mu görmeliyiz yoksa wang-wang'in ona kendini olduğu gibi göstermek istediğini mi?" sanırım bunun cevabını sadece chris biliyor... ama çocuğum hep öylesine çabaladı ki yanına gidip seni anlıyorum demek istedim. o da hepimiz gibi facebookta doğum yılını 1990 yapan biriydi, bunu yaparken arkadan ailesinin bağırış sesi geliyordu ve o kendi gerçekliğinde kalmak istiyordu. ona "onlar gibi aptal olma" öğüdü veriliyordu fakat o da onlardan biriydi. o da olması gerektiğinden fazla yükün altında kalmaması gereken bir çocuktu. duygularını ailesine olumsuz bir şekilde yansıtıyor ve memnuniyet sınırını yükseltiyordu. annesinin resmindeki kendisi için aptala benzediğini söylemesi bile kendine karşı olan karamsar düşüncelerini dışa vuruyordu. ne yapması gerektiğini bilmiyor, fazla ya da eksik adım atmaktan korkuyordu. madi'ye karşı da böyleydi. madi rahatça konuşurken chris <3 atmak yerine silip :p atan bir insandı. izlemediği halde a walk to öneren ve çok iyi olduğunu söyleyen bir insandı. star wars izledim dedikten sonra yoda'nın rengini bilemeyen bir insandı. arkadaşlarından madi'ye ne yazması gerektiğinin önerisini alan ve mesajların anlamlarını tartışan bir insandı. hepimizin yaptığı şeyleri yapan bir çocuktu. madi'ye film boyunca katıldığım tek nokta, chris'e "i guess you're not like most guys <3" demesiydi. chris herkese benzeyen ama aslında herkesten farklı olan biriydi. diğer çocuklarla takılması için tuhaflığını bırakması gerekiyordu fakat ortada herhangi bir tuhaflık yoktu. eminim ki o çocukların hepsi de "how to kiss first time" aramasını yapmışlardı. ama işler chris'e geldiği zaman onu tuhaf diye adlandırıyorlardı? fahad yanlarındaki kıza dumb bitch diyerek olay anlattığı zaman kahkaha atan kızlar, aynı şeyi chris yaptığı zaman onunla tartışıyorlardı. bu yüzden chris'in çemberi git gide küçülüyordu. otobüs durağında yerde oturduğu anda o çemberin saniyeler içerisinde hızla daralarak yok olduğunu ve onun orada yalnız kaldığını hissettim. chris'in en yakın arkadaşı fahad'ın bile 4 kişilik buluşma sonrası "yoo us 3 gotta do it again!!" yazması kalan birkaç trenin de seferini başlattığını gösterdi. bulduğu yeni arkadaşlarına kendisini chris olarak tanıttığındaysa ya onlara uyum sağlamak istedi ya da eski kişiliğinden arınıp yeni biri gibi olmayı. fakat bu değişimin içinde bile wang-wang olmaya devam ediyordu. hâlâ internetten aramalar yapıyor, ve hala herkes koşarken o geride kalıyordu. bekçiye yakalandıkları sahnede herkes kaykayla kaçarken koşarak kaçan tek kişi oydu. arkasına en çok bakan da oydu. fahad'la konuşurken bile yaşanan onca şeye rağmen orada duraksayarak ikilemde kalan da oydu. yine de kendinde suç arıyordu. kafası yerinde değilken gördüğü sincabın söyledikleri aslında chris'in kendisine söylediği cümlelerdi. robota dahi sinirlenirken bir yandan da üzüntüsünü anlatmaya çalışıyordu. anlatacak birini arıyordu.
"i keep fucking everythnig up
everyoen hates me and i have no freinds left"
ben kaykaycı çocuklar odadayken annesine yaptığı şeyi yargılamayacağım. ona kızmayacağım. çünkü annesini içten içe sevdiğini fakat bulunduğu durumdan çıkmak ve kendini diğerlerine istediği gibi göstermeye çalıştığını biliyorum. fahad'a neden "are we still friends?" yazdığını ve neden mesajı sildiğini tahmin edebiliyorum. annesinin dediklerini, evlenmese yaşayabileceği hayatı ve diğer şeyleri de anlıyorum.
"aslında bazen bugünlere nasıl geldiğimi düşünüp duruyorum. çok sıradan. hayatta gelebileceğim yer bu mu?"
chris, ablası ve annesi. aslında üçü de birbirlerini seven fakat yaşanabilecek diğer ihtimalleri düşünüp orada kalan insanlar. ablasının chris'le her zaman kavga etmesine rağmen kusarken dahi onun yanında olması, çok sevdiği sweatini hediye etmesi ve destekleyeceğini ima edeceği sözler söylemesi tam bir ablalıktı. chris de gün sonunda yemek yerken ağzındakileri annesine gösterip gülüşecek, annesi de o yemek yerken ona bakıp gülümseyecekti.
hayatlarımızda çok fazla karakter, çok fazla olay ve çok fazla duygu var. bu duygulardan sağ çıkabilmek için yapabileceğimiz tek şey ilerlemek. konuk oyuncu olarak girilen hayatlardan fazla iz almadan ayrılabilmek. ve yaşayabilmek. herkesin hayatında bir chris karakteri olmuştur. benim hayatımın chris'i benim. SUPER DEAD bir sincap anlatarak masayı sessizleştiren ve gün sonunda karanlık bir yerde oturarak başını dizlerine koyan kişi benim. bu yüzden keşke chris'le arkadaş olabilseydim.
chris her ne kadar diğer çocukların hayatında "tepkisiz", "tuhaf", ve daha saçma şekillerde adlandırılıyor olsa da, o annesi için "wang-wang", nai için "dìdi" ve benim için ben'di. güzel kaykay videoları çekeceğin günlere, HALF ASIIAANN CHRIISSS!!! bendeki yerin ayrı olacak!!! umarım zil sesin hep atmosphere - sunshine veya kendi sevdiğin başka bir şarkı olur. <3
"i thought i was in control."
film boyunca bekliyorsunuz. yağmurun dinmesini, erişte almaya gitmelerini, kitabın yazılmasını, eşleriyle hesaplaşmalarını, en önemlisi ise aşık olmalarını. fakat aşk öyle bir duygu ki ; ne beklediğin zaman gelir, ne de ittirdiğin zaman gider. gitse de terk etmez aslında. sır olarak kalır, anı olarak kalır, yaşanmışlık ve yaşanmamışlık olarak kalır. üstünden çekip atmak istesen de, hatta gidip en yüksek tepedeki en görkemli ağaca delik açıp onu fısıldamak ve üstünü çamurla kapatmak istesen bile gitmez. film de böyleydi. ne aşk su li-zhen'e istediği zaman geldi, ne de chow'dan istediği zaman gitti. keşke ayrılıkları sadece birkaç provadan ibaret olsaydı.
bence sevgi, asla tek bir duygu değil. sevgi birçok duygunun karışması ve insanın kör olması. lars gibi delüzyonel olması, karin gibi anlayışlı olması, kasaba halkı gibi yardımsever olması, margo gibi çaresiz fakat destekleyici olması. sevgi yoktan var etmek. sevgi kendini mahvettiğin halde sana zarar veren şeye merhem sürmek. yağmura yakalanınca üşüttüğün için sinirlenmek yerine doğa için şükretmek. sevgi her şey. sevginin canla, cansızla alakası yok. sevginin kişiyle alakası var. kişinin sevgisi olmadan karşısındaki şey hiçten öte bir şey değil. "güzelliğin on par'etmez, şu bendeki aşk olmasa" cümlesi sevgi. bizim verdiğimiz değerden ibaret. senin akıttığın gözyaşından, kıkırdarken çıkan birkaç notadan oluşan düz bir çizgi. onu biz yüceltiyoruz, onu biz yaratıyoruz. çizgilerin kalp atışlarımıza benzemesini biz sağlıyoruz. lars da bunu yaptı. sadece sevdi ve yaşananların olmasına izin verdi. bianca, lars sayesinde yaşadı ve lars sayesinde öldü. eğer lars olmasaydı kim görürdü bianca'yı? kim yaşatırdı cansız bir varlığı? cevabı muhtemelen kimse. herkes bianca hakkında konuşurken sürekli lars'ın onunla cinsel birliktelik yaşayıp yaşamadığını konuşurken lars'ın hiçbir zaman böyle bir amacı olmadı. hiçbir zaman bianca'yı rahatsız hissettirecek bir şey yapmadı. onunla zaman geçirmek istemesine rağmen yine de kadınla gitmesine izin verdi, her ne kadar terk edilmekten korksa bile bunu yaptı. lars'ın sevgisinde her zaman fedakarlık vardı. bianca'yı eminim ki bianca'dan daha fazla düşündü. çocukluğunun geçtiği ağaç eve, göle ve ailesinin mezarına dahi götürdü. lars bianca'ya kimseye yapmadığından çok kendini açtı. normalde herkesten uzak olmasına rağmen hep onun yanındaydı. hep onu düşündü. yeterince rahat hissetmemesine ve ne olduğunu bilmemesine rağmen sürekli doktora götürüp yanında durdu. destekledi, bekledi ve anlayış gösterdi. sevgi budur. sevgi bahanelerin arkasına sığınılacak kadar ucuz bir şey değildir. sevgi sözde değil, eylemdedir. sevgi her ne kadar soyut bir kavram olsa bile görülür ve hissedilir. sevgi lars'tır. sevgi bianca'dır. sevgi, margo'nun her ne kadar lars'a deli gibi aşık olsa bile sürekli bianca'ya yardımcı olması, diğer insanları dikkatli davranması için uyarması ve ilahi okurken kilisede ona bakıp mutlu olmasıdır. sevgi, margo'nun oyuncak ayısıdır, sevgi lars'ın oyuncak ayıya kalp masajı yapması ve belki de sevgi lars'ın ofis arkadaşının aksiyon figürleridir. sevgi her şeydir. sevgi kıskançlıktır. sevgi mutluluktur. sevgi sensindir. sevgi o'dur. sevgi bizizdir. sevgi asla solmayacak yapay çiçeklerdir. sevgi, lars'ın acı duysa dahi margo'nun elini sıkmasıdır. sevgi, bianca'nın lars'ın içki içmesini istememektir. sevgi, karin ve gus'ın bianca'ya çocukları gibi bakmasıdır. sevgi, bianca'nın saçlarını yapmalarıdır. sevgi, anlayıştır. sevgi, yorgunluktur. sevgi, mutluluktur. sevgi, istemesen bile karşındaki kişi için ondan uzak durmaktır. sevgi, insanın gözünün her şeyi olduğundan daha renkli ve daha canlı görmesidir. sevgi, çok şeydir. sevgiyi bir milyon insan bir milyon yıl boyunca bir milyon kitap halinde birer birer yazsalar, yine eksik kalacak bir şeydir. özeldir. kişiyi besleyip büyüten bir anadan farksızdır. olgunlaştırır, büyütür ve zamanı gelince ölüme hazırlar. gittiğin yerde mutlu ol bianca, seni seven çok kişi var. seni seven bir'i var. arkanda ise sana gelmiş çok fazla çiçek var.
lars bunu atlatacak. acısı geçecek, gülecek ve muhtelemen margo ile birlikte olacak. fakat margo'nun da dediği gibi, "bianca'nın yeri ayrı olacak." . çünkü lars, sevgiyi bianca ile tattı ve acıyı bianca ile yaşadı.
]]>yeşilçamsal anlamda ilk they/them person denemesi
]]>"you know, a heart can be broken, but it still keeps a-beatin' just the same."
sizi her zaman hatırlayacağım, ruth ve idgie ve big george ve sipsey ve smokey ve buddy ve jr buddy ve ninny ve evelyn...
"i have to live my life according to what i believe is right in my heart."
]]>"HEY! did you just take his wallet? he JUST TOOK that guy's WALLET!"
]]>an itibariyle, bu çöpe 5 yıldız vereni hem TÜRKLÜKten hem sinefillikten aforoz ediyorum.
]]>last night, darth vader came down from planet vulcan and told me that if i didn't take lorraine out, THAT HE'D MELT MY BRAIN!
]]>gidik kızlar bizmişiz
...plus 6 more. View the full list on Letterboxd.
]]>